14 Şubat 2015 Cumartesi

Anneme ilk defa hak verdim korkularında...

Hava daha yeni yeni aydınlanıyor ve ben evimizin karşısındaki otobüs durağına gitmek için ayakkabılarımı giyiyorum. Annem:
-Kızım daha aydınlanınca çık. Çok fazla sapık var.  
Ben: 
-Of! Bu kadar korkak olma be anne!

Çağırdığım taksiyi bekliyorum. 
Annem:
-Taksinin plakasını mesaj at kaçırılırsın. 
Ben:
-Bu kadar detaylı düşünmesen güvenliği?

Yürüyüşe çıkıyorum. 
Annem:
-Hava karanlık! Deli misin sen?! Kaçırıp birşey yaparlar sana!
Ben:
- Anne senden de iyi sapık olurmuş bu kadar ayrıntıyı düşünüyorsan. 

Annem benim hep böyle paranoyaktır işte. Bunlar sadece az korktuğu zamanlardaki laflarıdır. 
Ben ise annemin bu dediklerine hep gülerim çünkü gerçekten abarttığını hissederim. Bu kadar detayı düşünüp herşeyden korkulursa hayattan ne onun ne de benim zevk alacağımı düşünürüm. 

Başlıca laflarından biri de "Gazetelerde ben neler görüyorum biliyor musun?" lafıdır. 
Ben de her zaman ona neler olduğunu bildiğimi çünkü benim de gazete okuduğumu, hayatta her an herşeyin olabileceğini ve sürekli korkuyla yaşarsak mutsuz olacağımızı tekrar tekrar söyler ve beni cahil yerine koyduğu için kızarım. 

Ama bugün, anneme sonuna kadar hak verdim.

Çünkü bugün gazetede;


 Bir annenin masum kızının haksız yere öldürülmesi yüzünden isyan edişini gördüm. 

Bir babanın kayıp kızının jandarma tarafından getirilen şapkasının korkuyla ona ait olduğunu doğrulamasını gördüm. 

Bir arkadaşın yanmış bir bedenin üstündeki kıyafetlerin arkadaşına ait olduğunu farkedip fenalık geçirmesini gördüm. 

Bir ablanın, kız kardeşinin arkadaşının telefonundan  "20.00 da Mersin'de olacağım" yazdığı son mesajını okuyup kardeşinin bir daha gelmeyeceğini duyunca neler yaşamış olabileceğini düşündüm. 

En önemlisi ise,ülkemizde kadın olarak doğmanın bir tehlike olduğunu gözümden yaş akıtan bir vahşet haberiyle tekrar öğrenmiş oldum. 

Özgecan 20 yaşındaydı. Çağ Üniversitesi Psikoloji Bölümü'nde okuyan, kendi işini açma hayali olan, masum yüzlü ve güzel bir kızdı. 
Bu çarşamba günü arkadaşıyla okuldan çıkıp alışveriş merkezine gitti. Daha sonra birlikte minibüse bindiler ve arkadaşı ondan önce indi. Özgecan'ın telefonu bozuktu. Şöförün yolu değiştirdiğini görünce başına birşey gelmesinden korkup itiraz etmeye başladı. Şöför otobüsü durdurdu ve tecavüz etmeye kalktı. Özgecan'ın yanında biber gazı vardı ve kullanmaya çalışsa da artık çok geçti. Şöför onu birçok kez bıçaklamış ve başına demirle vurmuştu. Özgecan, kadın olduğu için,minibüste yalnız başına olduğu için,arkadaşıyla yemek yemeye gittiği,kendini korumaya çalıştığı için orada can verdi. Sahi suçu neydi onun? İnsan ancak bunları sayabiliyor değil mi? Peki suç mu bunlar? 

Özgecan feci bir şekilde can verdi ve katilin arkadaşı ile babası tarafından yakılarak derenin kenarına bırakıldı. 

Kendi kendime soruyorum: Kadın olmak ne zamandan beri tehlike? Biz ne zamandan beri insanlığı unutmuş haldeyiz? Özgecan'ın suçu neydi? 

İdam hakkında görüşüm şudur: birinin yaşama hakkını kasten alan kişi idam edilmelidir. İdam ancak bu şekilde uygulanırsa legal olmalıdır. Bu vahşeti yapan ve insan olmadığı doğrulanmış iblislerin de Özgecan'ın çektiği işkenceden daha beterini çekmeleri gerekir. 
Eğer bir kadına, kadın olması yüzünden tecavüz edebilme hakkını kendinde bulan varsa bu kişilerin en azından hadım edilmesi gerekir! 

Hatırlarsanız 3 yıl önce Oksana Makar adlı Ukraynalı 18 yaşında bir genç kız da 3 adam tarafından tecavüze kurban gitmişti.
 Bu 3 cani daha sonra Oksana nın öldüğünü sanıp onu yakıp şantiyeye atmışlardı. Ölmediği anlaşılan Oksana Makar'ın vücudunun %55 i yanmıştı. Hastaneye kaldırılmasından birkaç gün sonra 18 yaşındaki Oksana yaşam savaşını kaybetmişti. 

Özgecan'ın başına gelenler bana Oksana'nın başına gelenleri hatırlattı. 

Oksana'nın ve Özgecan'ın annelerini ve babalarını düşündüm. Ne büyük bir acı olsa gerek evladını kaybetmek! 

Sonra hak verdim anneme. Bir an kedimi onun yerine koydum ve onun da kendini gazetelerdeki evladını kaybetmiş annelerin yerine koyduğunu farkettim. 
Bir çocuğunuz olduğunu düşünün. 9 ay karnınızda taşıdığınız,yemeyip yedirdiğiniz,içmeyip içirdiğiniz,mutluluğu için herşeyi yaptığınız,hayatı öğrettiğiniz bir çocuk. Sonra birgün bu çocuğun vahşi bir şekilde elinizden alındığını düşünün. Nasıl hissederdiniz? 



 

5 Ocak 2015 Pazartesi

NERESİNDEN VURULDU DERSLERSE ÇOCUKLUĞUNDAN DERSİNİZ!

İyiki Doğdun güzel çocuk! İyiki doğdun küçük melek! İyiki doğdun Berkin! İyiki doğdun sana!

16... Daha önceleri sadece bir sayıydı bizim için. Ama şimdi senin sayende öğrendik 16 nın ne anlama geldiğini. 

Normalde 16 demek;

*İncil'de sevgi ve sevmek.

*Bazı ülkelerde araba kullanma özgürlüğünü kazanmak demek.

* "Sweet Sixteen" de denilen o neşeli yaşın gelmesi demek.

* Kan bağışı yapma hakkını kullanabilme yaşı demek. 

Türkiye'de ise anlamı:

* 15 yaşında bir çocuğun hayata gözlerini yumduğu kilo demek. 

* Hükümetin vicdanının tartılırsa daha az çıkacağı değer demek. 

* Halkın masum bir meleği öldürmesi demek. 


Ayrıca Berkin, bugün aramızda olsaydın birlikte kutlayacağımız, senin aramızda olduğuna şükredeceğimiz bugün demek 16. 

Bugün 16 yaşındasın Berkin. Artık bazı ülkelerde yetişkin olarak sayılacaktın bu yaşında. Bu güzel yaşın neşesini ve mutluluğunu çevrene de saçacaktın.  Türkiye'de henüz reşit olmasan bile çocukluğunun son iki senesinin tadına daha da varacaktın. 

Bu hakkını çaldılar Berkin! Aynı bizden çaldıkları vergilerle yaptırdıkları saray gibi senin de hayatını ve 16 yaş hakkını çaldılar!

 Merak etme, haksızın cezası elbet birgün verilecektir. 

İyiki doğmuşsun Berkin, iyiki bize adaletsizliği, caniliği tekrardan göstermişsin!

O hayatından çaldıkları 269 günü unutmadık ve unutmayacağız!


31 Aralık 2014 Çarşamba

2015...

Yeniyılınız kutlu olsun demek istiyorum size. Ama bu sene olanlara bakınca diyemiyorum bir türlü. Ne kadar da çok olay olmuş öyle?
İş kazaları, Berkin, Polis-Siyahi çatışmaları, ISIS, cumhurbaşkanlığı seçimleri, Pakistan'daki suikast, Gazze-İsrail... Bunlar sadece üzüldüğüm olayların birkaçı. 

Size tek diyebileceğim şey televizyonu açmayın. Açmayın ki vicdanı 16 kilodan az olan insanların devletin başında olduğunu, insan canının değerinin 250TL/10 kişiden 25 liradan daha ucuz görüldüğünü, 301 kişinin canını tekmelerle kutlayanları, 9 ay 10 gün karnında taşınan yavrunun katilinin ancak parmak kadar yıl hapse girmesini, protesto hakkı kullanımı yüzünden insanların polis tarafından darp edilmesini, din-ırk yüzünden birbirini yakan insanları, 7 yaşındaki çocuğa kafa kesmeyi ve intiharı öğretip buna din diyerek Müslümanlıktan insanı soğutan iblisleri, kadın haklarını koruması yüzünden ölen kadınları, 18 kişiyi su altında bırakan bencilleri, devletin parasını çalıp saray yaptıran diktatör bozuntusunu, polis üniforması giymiş Ku Klux Klan üyelerini, gülümsemeyi hayat kadınlığı ile aynı sayan "bakanları",kısacası insanların yamyamlaşmasını ve ilkelleşmesini görmeyin. 

Ama bu demek olmuyor ki gözlerinizi kapatmayın bu olaylara. Söyleyin düşüncelerinizi, anlatın gördüklerinizi, yırtın sansürleri, parçalayın o devlet sanılan şeyin gözdağlarını! 

2015 ;
barış yılı olsun
adalet yılı olsun 
işçi hakları yılı olsun
insanlık yılı olsun
medeniyet yılı olsun
sevgi yılı olsun
kardeşlik yılı olsun
özgürlük yılı olsun
güven yılı olsun
yardım yılı olsun
hoşgörü yılı olsun
iyilik yılı olsun!
KISACASI 2015 DÜNYANIN OLMASI GEREKTİĞİ GİBİ BİR YIL OLSUN!




24 Aralık 2014 Çarşamba

Pek içtenlikle olmasa bile...

Hristiyanlığın başlangıcından bu yana kutlanan 2014. Noel bugün. Birkaç saat öncesine kadar Noel gecesi de diyebilirdik aslında. 
Sizi bilmem ama ben yılbaşı ile noelin farklı şeyler olduğunu öğrendiğimden bu yana noel ve yılbaşını ayrı ayrı severim. Biri yeni başlangıçlar,yeni hediyeler ve yeni bir yıla girişin güzel anılarla süslenmesi için iyi bir neden, diğeri de her yeri zencefil,çam ağaçları, mutluluk ve hızur ile dolduran, etrafı kırmızı ve yesille süsleyen ve 25 inden sonra bile etkisini yılbaşına kadar devam ettiren harika bir dönem. 

Ne var ki bu sene ne Noelin ne de yılbaşının tadını tam olarak çıkarabildim. Çünkü etrafta ne bir huzur ne de bir mutluluk belirtisi vardı. Tek gördüğüm birbirlerini pigment farkı yüzünden öldüren insanlar, çocuk cinayetleri,tacizleri, zavallı şahısların insanı dinden soğutan bir örgüt tarafından vahşice öldürülmesi, suçluların serbest, masumların hapislerde çürümesi, din ve toprak kavgaları ve bunun gibi bir sürü sinir bozucu ve üzücü olay. 

Bu olaylar hani geride kalmıştı? Hani bu olaylar en son 20. Yüzyılda sona ermişti ve dünya eskisinden daha rahattı? 
Jim Crow yasaları ne zaman tekrar ortaya çıktı? 
Kur'an'da ne zaman insanların kellelerine vurmak sevap sayıldı?
Kız çocuklarını birer seks objesi gibi görme hormonu ne zaman erkeklere enjekte edildi?
Kim yahudi veya arap olmaya ölüm cezası verdi?
Tekrar ne zamandan beri çocukları öldürmek normal sayılıyor?
Sorulacak çok soru var daha. 

Mademki insanlık gelişmişliğin en son devrinde şuan, neden ilkel yamyamlar gibi davranıyor herkes? Bazen teknoloji ilerledikçe insanların beyinlerini kullanmayı azaltarak bu tarz olaylara neden olduklarını düşünüyorum. 
Bazen de insanlığın kaderininin gerçekleşmeye başladığını ve sona yaklaştığımızı düşünüyorum. 

Durumlar böyleyken,bir de 29 30 ve 31 inde sınava gireceğimi düşünürken baktım ki ne aralık ayını ne de noel tatilimi iyi geçirebildim. 
Sözde, yarın en yakın arkadaşımla birlikte kiliseye gidecektik. Geçen sene gittiğimizde gerçekten noelin özelliği ve mutluluğunu hissetmiştim. Bu sene o gelmek istemediği için yalnız gideceğim.
Madem ki son anda iki kişilik düşündüğüm program değişti ve madem ki tatsız dönemlerdeyiz, en azından noel gecesine istediğim ve hayal ettiğim şekilde gireyim dedim. 
En son 10 yaşımdayken hiçbir şey anlamamış olsam bile müzik ve danslarıyla beni büyülemiş olan Hairspray müzikalini izledim. 
Evet, bu filmi özellikle seçtim çünkü gündemde barış ve eşitlikliğin kazandığı hiçbir konu yokken biraz mutlu olmak ve "hala umut olabilir" demek için izledim bu filmi. 
Her ne kadar komedi türünde bir müzikal olsada çok duygulandığım sahneler ve detaylar vardı.  
En sevdiğim sahnelerden biri Queen Latifah'nın şarkı söylediği ve siyahilerin haklarını aramak için miting yaptığı bölümdü. Buradan bakabilirsiniz:


Eğer biraz olsun mutlu ve dünyadaki bu cani olaylara karşı birşeyler görmek istiyorsanız bu müzikali izleyin derim. 

Herkese mutlu noeller demek istiyorum ama içtenlikle söyleyemediğim konusunda dürüst olmalıyım. 
Aynı dünyada yaşayan ve sadece dış görünüş olarak farklı olan kardeşleriz biz. Amacımız dünyayı hep birlikte yaşanabilir hale getirmek,saçma sapan gruplar oluşturarak onu yıkmak değil. Ancak herkes böyle düşünebildiği zaman ben mutlu bir yıl ve mutlu bir noel dileyebileceğim. 

30 Kasım 2014 Pazar

Belki bininci kere yazılan bir başlangıç paragrafı

Kabul ediyorum,kötü bir alışkanlığım var: Bloga yazamıyorum! Ne zaman kendime "Haydi,boş zamanın var işte yazsana!" demeye başlasam beraberinde şu soruyu getiriyorum : "Ne hakkında?"

Hazırlığa başladığımdan beri yazdığım yazılar belkide 10 tane bile değildir. Ayrıca hepsininde "aman blog boş kalmasın!" psikolojisiyle "Ha gayret,bir paragraf daha!" tarzında yazıldığı o kadar belli ki...
Blogumu bu kadar boş bırakmanın suçunu başka yerlerde arardım önceden.
Mesela,okuldaki ilk senemde yaşananların etkilediğini düşünürdüm. Okulun yoğunluğu ve insanların kimliğimi öğrenmesinin de buna etkisi olduğunu söyleyerek illa kendimi suçlu çıkarmamak için bahaneler yaratırdım. 

Ama bu sene gittiğim eğitim danışmanıyla konuşurken birşeyin farkına vardım: Bu blog benim patron olduğum ve herşeyi istediğim gibi yapabildiğim tek yerdi. Bu şansımı neden görmezden geliyordum? O anda uydurduğum bütün bahaneleri unuttum. Okulda yaşadıklarım ne olursa olsun hayat devam ediyordu ve blogumun okulla alakası yoktu. Derslerin yoğunluğu mu? Zaten ortalama bir öğrenciydim ve o bir saatlik boş zamanlarda yazmamak tembellikten başka birşey değildi. Kimliğimi öğrenmelerini de boşuna gözümde büyüttüğümü farkettim. Sonuçta okumak istemeyen okumazdı ve "ay bunu neden yazdın ki?" diye soranlara gülüp geçilebilirdi. 
Ayrıca yazacak birçok konum vardı. Bu yazı verimli geçirmeye çalışmış ve CV'm için uğraşmıştım. Bir kitap evinde staj yapmış, her ne kadar 2 dersten ibaret olsada Yunanca derslere başlamış, solfej dersleri almış ve Fransa'da yaz okuluna giderek yabancı dilimi geliştirmiştim. 
Cidden, ben bunları neden yazamamıştım ?
Şuanki hayatım da birsürü yazılacak şeyle dolu. Şan dersi alıyorum,IELTS için ders alıyorum,Lape hastanesinde gönüllüyüm,MUN kulübündeyim ve Felsefe kulübüne adımı yazdırdım. Bunun yanında "sözde" fitness a başladım ve zayıflayacağım. Ama şuan en son taktığım şeyin fiziğim olduğunu size samimiyetle söyleyebilirim.  
Hazır beslenme ve diyet konusuna geçmişken size bloguma düzenli yazmamı da sağlayacak projemden bahsetmek istiyorum. 

Belli bir dine inanmadığımı ve herkesin 18 yaşına geldikten sonra kendini hangi dine yakın hissediyorsa onu seçmesini savunduğumu biliyorsunuzdur belki. Ben de seneye yetişkin olacak bir kız olarak dinleri daha iyi tanımam gerektiğini düşünüp sürekli ertelemekte olduğum kutsal kitapları okuma projesini başlatayım dedim. Ancak bu sefer projeyi güçlendirmek amacıyla her dinin belli bir süre orucunu tutup deneyimlerimi sizinle paylaşmak istedim. Malum önümüzdeki ay Noel var. Bu yüzden ilk Hristiyan orucu ve İncil ile başlamak istedim. Dün başlayabildim ve Noel'e kadar oruç tutacağım. Bu süre içerisinde İncil okuyarak Hristiyanlık hakkında daha çok şey öğreneceğim. 

Hristiyanlıkta oruç hakkında bilgi vererek başlamak istiyorum. Aslında çok kısa bir bilgi vereceğim. Hayvansal gıdalar ve hayvansal gıdayla yapılan yemekler yasaktır. Ancak kansız olduğu için kalamar,karides,istiridye gibi deniz ürünleri yenebilir. Ben şeker de yemeyi düşünmüyorum çünkü yapay bir gıda ve zaten çikolata,sütlü tatlı yenmediğinden geriye sevdiğim bir tatlı kalmıyor.
 
İlk günümü güzel idare ettim ama bugün kalktığımda çok açtım. Bu yüzden çerez ve meyveyi biraz fazla yemiş olabilirim.
Umarım sağlıklı bir şekilde projemin ilk aşamasını bitiririm:) 


4 Ağustos 2014 Pazartesi

Fransadan dönüş yazısı:))

Fransa'da bir yaz okulunda geçirdiğim 3 haftalık tatilden sonra yine normal ve planlı hayatıma dönmüş bulunmaktayım. Bu çok mu iyi? Hayır. Çok mu kötü? Hayır. Normalde tüm yılımı bile planlamayı ve sürekli "pazartesi,salı,çarşamba..." diye programlar hazırlamayı seven ben,bu yaz 3 haftamı plan veya program olmadan sadece eğlenerek,fransızcamı ve ilginç bir şekilde ingilizcemi de geliştirerek başladım. Normalde fransız eğitim sisteminde ingilizceye çok yer verilmiyor ve bu nedenle ingilizcemin gelişmesi tuhaf görünüyor biliyorum. Ama bir kampüste 20-30 tane farklı milliyetten insan olduğunu ve çoğunun fransızcaya yeni başladığını düşünün. İngilizceni de mutlaka kullanman gerekiyor. 
Aslında bu çok hoşuma gitti çünkü bir ortak dil sayesinde herkes birbiriyle yakın dıstluklar kuruyor ve karşısındakinin milliyetinin ne olduğunu umursamaz bir şekilde konuşmaya devam ediyordu. Bir örnek vereyim: orada yakın arkadaşlarımdan biri olan Tiana'nın ingilizcesi çok iyiydi. Aynı odada kalıyorduk ve ilk geldiği günden itibaren yıllardır arkadaşmışız gibi konuşmaya başladık. Gitmeden bir gün önce birşey farkettik. Ne ben ona,ne de o bana ülkemi ve milliyetimi sormuştu! Tiana sırptı,ben de türktüm. Biliyorum bunu öyle bir yazdım ki milliyetimizi söylediğimiz andan itibaren küsecekmişiz gibi. Hayır,çünkü yaşanan bir haksızlık yüzünden bir ırkı suçlayacak kadar kalıplaşmış düşüncelere sahip salaklardan değildik biz. 
Hazır bu konuya gelmişken İsrael ve Gazze olaylarından da konuşmak istiyorum. Bilmem farkettiniz mi ama medya dahil bu olaya çok taraflı bakıyor. Biliyorum tabiiki İsrael'in askeri gücü Filistin'in askeri gücünden daha orantısız bir şekilde güçlü ve daha orantısız bir biçimde kullanılıyor diye. Ancak öyle kişiler çıktı ki,sanki tüm museviler birer cani gibi düşünen ve bu düşünceyi yaymak için uğraşan.
 Hitlerin "Gün gelecek öldürmrdiğim her bir yahudi için bana küfredeceksiniz!" lafına "Bravo! Geleceği nasıl da tahmin etmiş!!" diyerek alkışlayan insanları bile görmeye başladım ben. Hitler gibi bir caninin yaptığı hiçbir şey için alkış tutulmamalı! Bu dediği laf sadece İsrael yönetimindekiler için söylenmiş değil,bu dünya üzerindeki tüm museviler için söylenmiş canice bir laftır. İsrael devletinin suçunu sadece ırkları aynı olduğu için tüm dünyadaki musevilere atamazsınız. Hatırlar mısınız bilmiyorum ama. 9/11 olaylarından sonra da tüm müslümanlara terörist denmişti. Kimse dini veya ırkı yüzünden suçlanamaz!
Ben bir semitist olabilirim ama aynı zamanda bir insanım da. Semitist olduğum için İsrael'in tarafını tuttuğumu düşünen bazı insanlar var. Öyle birşey olmadığını ve tam tersine bu olayda nötr olduğumu söylemek istiyorum. Bana göre savaş olan yerde her iki taraf da haksızlıklar barındırır. Filistin, yıllar önce topraklarının bir kısmını para karşılığı satmamış mıydı? Peki ya İsrael? Para karşılığı aldığı topraklara rağmen daha fazlasını orantısız bir silah gücüyle almaya çalışıyor. İkisinin de haksızlıkları var. 
Benim tuttuğum tek taraf barışın tarafıdır ve bu iki ülkenin de elindedir. Öncelikle kimsenin ırkı ve dini yüzünden düşman sayılamayacağını ve sivillerin ölmek zorunda olmadıklarını öğrenmeleri gerekir. Filistin'de kaçan topunu almaya çalışırken üstüne bomda düşen,evinde yemek yerken öldürülen sivilleri;musevi olduğu için kaçırılıp yakılarak öldürülen 3 genci düşünün. Belki de bu ölen sivillerden bazıları dünya için iyi birşey yapacaktı. Belki bir hastalığa çözüm bulacak,belki açlığa ve yoksulluğa karşı direnecek,belki dünyaya barış getirecek biri olacaktı. 

Einstein'ın dediği gibi dünyada iyi ve kötü diye iki çeşit insan vardır ve aptallara göre  insanlar 8 farklı çeşittir. Bu aptallara örnek olarak(aynı zamanda kötü) İsraelli vekil Ayeled Shaked'i verebiliriz. Kötülere en büyük örneklerden biri olduğunu göstermiştir. İyi insanlara örnek olarak ise yine İsraelli ve musevi olduğu için öldürülen çocuklardan birinin annesini verebiliriz. "Kimse ölmesin,bitsin bu savaş." Demişti. Bu iki örnekle aslında hiçbir ırkı iyi ve kötü diye sınıflandıramaya ağımızı da anladık. 

Son olarak söylemek istediğim şeyi belki de bu yazıda defalarca söyledim. Ama anlamayanlar için tekrar söylemek istiyorum: Bir devletin yönetiminin yaptığı kötülüğü bir ırktan çıkarmayın. Savaşlarda taraf tutmanız birşey değiştirmez,siz sadece barışı destekleyin!

12 Haziran 2014 Perşembe

Meleğimin doğum günü.

Neredeyse hiç ilham gelmedi bugün. Aynı marttaki gibi...

Bilir misiniz bir melek vardı eskiden. Siyah beyaz fotoğraflarda sanki içindeki hüzüne rağmen her zaman gülümsemesi gerektiğini düşünen bir melek. Almanya dan savaş yüzünden Amsterdam a taşınmış bir melek. Önceden Sanne ve Hannelie ile çok yakın arkadaş olmuş ve "Bakın Anne,Hanne,Sanne" diye çağrılan bir melek. Yunan mitolojisi ve kraliyet ailelelerine çok meraklı olan bir melek. 
Daha 13 yaşındayken ırkı yüzünden hiçbir günahı olmadan saklanmak zorunda kalmış bir melek. Ve bugün doğum günü olan bir melek. 

Anneliese 85 yıl önce bugün doğdu. Benim koruyucu meleğim,ilham kaynağım dünyaya geldi. 

Bugün 12 Haziran 1942 ye gitti aklım. Tekrar okudum Anneliese in,o masum küçük kızın yazdıklarını. 

" Şimdiye kadar kimseye açamadığım her şeyimi sana açabilmeyi umuyorum. Umarım sen benim için büyük bir huzur ve destek kaynağı olursun. " 

İşte ilk bunları yazmıştı meleğim. 
Daha sonra ise büyük ihtimalle eğlenceden dolayı yazmak aklına gelmemiş ve 14 Haziranda yazmış 12 Haziranda yaptıklarını. 
Sabah 6 da başlamış meleğimin günü. Ona göre gayet anlaşılır bir durummuş çünkü doğum günüymüş. Sonra yediye çeyrek kalaya kadar sabretmiş ve kedisi Moortje nin yanına salona gitmiş. 
İlk gördüğü günlüğüymüş hediyelerden meleğimin. Yani onu öldükten sonra da yaşatacak günlüğü. Sonra bir gül buketi,iki dal paskalya gülü, anne ve babasından mavi bir bluz,bir ev oyunu,bir şişe üzüm suyu,bir yap-boz,bir kavanoz merhem,2.50 guldenlik mektup ve iki kitap için hediye çeki almış hediye olarak. Bir de ev yapımı bir kase kurabiye,bol bol tatlı,bir de çilekli tart. Ah bir de büyükannesinin ona yazdığı mektup. 
Sonra Hanneli ile okula gitmiş ve tenefüste öğretmenler ve arkadaşları ile bisküvi sefası yapmış. 
Saat beşte eve gelmiş çünkü öncesinde jimnastiğe gitmiş. Voleybolu doğum günü olarak seçmiş. Sonra aynı sınıfta olduğu kızları jimnastikten alıp yanımda geitrmiş. Jacqueline Van Maarsen ile Yahudi lisesinde tanışmış ve en iyi arkadaşıymış. Ilse Hannelinin arkadaşıymış ve Sanne başka bir okulda okuyup başka arkadaşlara sahipmiş. 
Anneliese e Hollanda Destanları ve Efsaneleri diye gösterişli bir kitap hediye etmişler ama yalnışlıkla ikinci cildini vermişler. Bu yüzden değiştirmek zorunda kalmış. Helene Teyzesi bir yap-boz daha getirmiş,  Stephanie Teyzesi sevimli bir broş ve Leny Teyzesi Daisy nin Dağ Tatili adlı bir kitap getirmiş. 

Bu arada sabah banyodayken Rin TinTin gibi bir köpeği olmasını düşünmüş ve çok istemiş. Ona okula kadar eşlik edip bekçinin yanında beklermiş. 

Bir an kendimi onun yerine koydum. Ne de güzel bir gün yaşamış! Ne güzel ve ne neşeli bir anlatımı var! Öyle masum ki...
Böyle bir melek kayboldu. daha 15 buçuk yaşındayken,bir diktatör şeytan yüzünden böyle binlerce meşek öldü. Belkide dünyada insanların daha çok kötü olmasının nedeni budur. Bu soykırımda binlerce melek ölmüştür. 

İyi ki doğmuşsun meleğim. Öldükten sonra da yaşayarak bize iyi insanların,masımiyetin ve pozitifliğin önemini anlattın. Teşekkür ederim.