31 Aralık 2014 Çarşamba

2015...

Yeniyılınız kutlu olsun demek istiyorum size. Ama bu sene olanlara bakınca diyemiyorum bir türlü. Ne kadar da çok olay olmuş öyle?
İş kazaları, Berkin, Polis-Siyahi çatışmaları, ISIS, cumhurbaşkanlığı seçimleri, Pakistan'daki suikast, Gazze-İsrail... Bunlar sadece üzüldüğüm olayların birkaçı. 

Size tek diyebileceğim şey televizyonu açmayın. Açmayın ki vicdanı 16 kilodan az olan insanların devletin başında olduğunu, insan canının değerinin 250TL/10 kişiden 25 liradan daha ucuz görüldüğünü, 301 kişinin canını tekmelerle kutlayanları, 9 ay 10 gün karnında taşınan yavrunun katilinin ancak parmak kadar yıl hapse girmesini, protesto hakkı kullanımı yüzünden insanların polis tarafından darp edilmesini, din-ırk yüzünden birbirini yakan insanları, 7 yaşındaki çocuğa kafa kesmeyi ve intiharı öğretip buna din diyerek Müslümanlıktan insanı soğutan iblisleri, kadın haklarını koruması yüzünden ölen kadınları, 18 kişiyi su altında bırakan bencilleri, devletin parasını çalıp saray yaptıran diktatör bozuntusunu, polis üniforması giymiş Ku Klux Klan üyelerini, gülümsemeyi hayat kadınlığı ile aynı sayan "bakanları",kısacası insanların yamyamlaşmasını ve ilkelleşmesini görmeyin. 

Ama bu demek olmuyor ki gözlerinizi kapatmayın bu olaylara. Söyleyin düşüncelerinizi, anlatın gördüklerinizi, yırtın sansürleri, parçalayın o devlet sanılan şeyin gözdağlarını! 

2015 ;
barış yılı olsun
adalet yılı olsun 
işçi hakları yılı olsun
insanlık yılı olsun
medeniyet yılı olsun
sevgi yılı olsun
kardeşlik yılı olsun
özgürlük yılı olsun
güven yılı olsun
yardım yılı olsun
hoşgörü yılı olsun
iyilik yılı olsun!
KISACASI 2015 DÜNYANIN OLMASI GEREKTİĞİ GİBİ BİR YIL OLSUN!




24 Aralık 2014 Çarşamba

Pek içtenlikle olmasa bile...

Hristiyanlığın başlangıcından bu yana kutlanan 2014. Noel bugün. Birkaç saat öncesine kadar Noel gecesi de diyebilirdik aslında. 
Sizi bilmem ama ben yılbaşı ile noelin farklı şeyler olduğunu öğrendiğimden bu yana noel ve yılbaşını ayrı ayrı severim. Biri yeni başlangıçlar,yeni hediyeler ve yeni bir yıla girişin güzel anılarla süslenmesi için iyi bir neden, diğeri de her yeri zencefil,çam ağaçları, mutluluk ve hızur ile dolduran, etrafı kırmızı ve yesille süsleyen ve 25 inden sonra bile etkisini yılbaşına kadar devam ettiren harika bir dönem. 

Ne var ki bu sene ne Noelin ne de yılbaşının tadını tam olarak çıkarabildim. Çünkü etrafta ne bir huzur ne de bir mutluluk belirtisi vardı. Tek gördüğüm birbirlerini pigment farkı yüzünden öldüren insanlar, çocuk cinayetleri,tacizleri, zavallı şahısların insanı dinden soğutan bir örgüt tarafından vahşice öldürülmesi, suçluların serbest, masumların hapislerde çürümesi, din ve toprak kavgaları ve bunun gibi bir sürü sinir bozucu ve üzücü olay. 

Bu olaylar hani geride kalmıştı? Hani bu olaylar en son 20. Yüzyılda sona ermişti ve dünya eskisinden daha rahattı? 
Jim Crow yasaları ne zaman tekrar ortaya çıktı? 
Kur'an'da ne zaman insanların kellelerine vurmak sevap sayıldı?
Kız çocuklarını birer seks objesi gibi görme hormonu ne zaman erkeklere enjekte edildi?
Kim yahudi veya arap olmaya ölüm cezası verdi?
Tekrar ne zamandan beri çocukları öldürmek normal sayılıyor?
Sorulacak çok soru var daha. 

Mademki insanlık gelişmişliğin en son devrinde şuan, neden ilkel yamyamlar gibi davranıyor herkes? Bazen teknoloji ilerledikçe insanların beyinlerini kullanmayı azaltarak bu tarz olaylara neden olduklarını düşünüyorum. 
Bazen de insanlığın kaderininin gerçekleşmeye başladığını ve sona yaklaştığımızı düşünüyorum. 

Durumlar böyleyken,bir de 29 30 ve 31 inde sınava gireceğimi düşünürken baktım ki ne aralık ayını ne de noel tatilimi iyi geçirebildim. 
Sözde, yarın en yakın arkadaşımla birlikte kiliseye gidecektik. Geçen sene gittiğimizde gerçekten noelin özelliği ve mutluluğunu hissetmiştim. Bu sene o gelmek istemediği için yalnız gideceğim.
Madem ki son anda iki kişilik düşündüğüm program değişti ve madem ki tatsız dönemlerdeyiz, en azından noel gecesine istediğim ve hayal ettiğim şekilde gireyim dedim. 
En son 10 yaşımdayken hiçbir şey anlamamış olsam bile müzik ve danslarıyla beni büyülemiş olan Hairspray müzikalini izledim. 
Evet, bu filmi özellikle seçtim çünkü gündemde barış ve eşitlikliğin kazandığı hiçbir konu yokken biraz mutlu olmak ve "hala umut olabilir" demek için izledim bu filmi. 
Her ne kadar komedi türünde bir müzikal olsada çok duygulandığım sahneler ve detaylar vardı.  
En sevdiğim sahnelerden biri Queen Latifah'nın şarkı söylediği ve siyahilerin haklarını aramak için miting yaptığı bölümdü. Buradan bakabilirsiniz:


Eğer biraz olsun mutlu ve dünyadaki bu cani olaylara karşı birşeyler görmek istiyorsanız bu müzikali izleyin derim. 

Herkese mutlu noeller demek istiyorum ama içtenlikle söyleyemediğim konusunda dürüst olmalıyım. 
Aynı dünyada yaşayan ve sadece dış görünüş olarak farklı olan kardeşleriz biz. Amacımız dünyayı hep birlikte yaşanabilir hale getirmek,saçma sapan gruplar oluşturarak onu yıkmak değil. Ancak herkes böyle düşünebildiği zaman ben mutlu bir yıl ve mutlu bir noel dileyebileceğim. 

30 Kasım 2014 Pazar

Belki bininci kere yazılan bir başlangıç paragrafı

Kabul ediyorum,kötü bir alışkanlığım var: Bloga yazamıyorum! Ne zaman kendime "Haydi,boş zamanın var işte yazsana!" demeye başlasam beraberinde şu soruyu getiriyorum : "Ne hakkında?"

Hazırlığa başladığımdan beri yazdığım yazılar belkide 10 tane bile değildir. Ayrıca hepsininde "aman blog boş kalmasın!" psikolojisiyle "Ha gayret,bir paragraf daha!" tarzında yazıldığı o kadar belli ki...
Blogumu bu kadar boş bırakmanın suçunu başka yerlerde arardım önceden.
Mesela,okuldaki ilk senemde yaşananların etkilediğini düşünürdüm. Okulun yoğunluğu ve insanların kimliğimi öğrenmesinin de buna etkisi olduğunu söyleyerek illa kendimi suçlu çıkarmamak için bahaneler yaratırdım. 

Ama bu sene gittiğim eğitim danışmanıyla konuşurken birşeyin farkına vardım: Bu blog benim patron olduğum ve herşeyi istediğim gibi yapabildiğim tek yerdi. Bu şansımı neden görmezden geliyordum? O anda uydurduğum bütün bahaneleri unuttum. Okulda yaşadıklarım ne olursa olsun hayat devam ediyordu ve blogumun okulla alakası yoktu. Derslerin yoğunluğu mu? Zaten ortalama bir öğrenciydim ve o bir saatlik boş zamanlarda yazmamak tembellikten başka birşey değildi. Kimliğimi öğrenmelerini de boşuna gözümde büyüttüğümü farkettim. Sonuçta okumak istemeyen okumazdı ve "ay bunu neden yazdın ki?" diye soranlara gülüp geçilebilirdi. 
Ayrıca yazacak birçok konum vardı. Bu yazı verimli geçirmeye çalışmış ve CV'm için uğraşmıştım. Bir kitap evinde staj yapmış, her ne kadar 2 dersten ibaret olsada Yunanca derslere başlamış, solfej dersleri almış ve Fransa'da yaz okuluna giderek yabancı dilimi geliştirmiştim. 
Cidden, ben bunları neden yazamamıştım ?
Şuanki hayatım da birsürü yazılacak şeyle dolu. Şan dersi alıyorum,IELTS için ders alıyorum,Lape hastanesinde gönüllüyüm,MUN kulübündeyim ve Felsefe kulübüne adımı yazdırdım. Bunun yanında "sözde" fitness a başladım ve zayıflayacağım. Ama şuan en son taktığım şeyin fiziğim olduğunu size samimiyetle söyleyebilirim.  
Hazır beslenme ve diyet konusuna geçmişken size bloguma düzenli yazmamı da sağlayacak projemden bahsetmek istiyorum. 

Belli bir dine inanmadığımı ve herkesin 18 yaşına geldikten sonra kendini hangi dine yakın hissediyorsa onu seçmesini savunduğumu biliyorsunuzdur belki. Ben de seneye yetişkin olacak bir kız olarak dinleri daha iyi tanımam gerektiğini düşünüp sürekli ertelemekte olduğum kutsal kitapları okuma projesini başlatayım dedim. Ancak bu sefer projeyi güçlendirmek amacıyla her dinin belli bir süre orucunu tutup deneyimlerimi sizinle paylaşmak istedim. Malum önümüzdeki ay Noel var. Bu yüzden ilk Hristiyan orucu ve İncil ile başlamak istedim. Dün başlayabildim ve Noel'e kadar oruç tutacağım. Bu süre içerisinde İncil okuyarak Hristiyanlık hakkında daha çok şey öğreneceğim. 

Hristiyanlıkta oruç hakkında bilgi vererek başlamak istiyorum. Aslında çok kısa bir bilgi vereceğim. Hayvansal gıdalar ve hayvansal gıdayla yapılan yemekler yasaktır. Ancak kansız olduğu için kalamar,karides,istiridye gibi deniz ürünleri yenebilir. Ben şeker de yemeyi düşünmüyorum çünkü yapay bir gıda ve zaten çikolata,sütlü tatlı yenmediğinden geriye sevdiğim bir tatlı kalmıyor.
 
İlk günümü güzel idare ettim ama bugün kalktığımda çok açtım. Bu yüzden çerez ve meyveyi biraz fazla yemiş olabilirim.
Umarım sağlıklı bir şekilde projemin ilk aşamasını bitiririm:) 


4 Ağustos 2014 Pazartesi

Fransadan dönüş yazısı:))

Fransa'da bir yaz okulunda geçirdiğim 3 haftalık tatilden sonra yine normal ve planlı hayatıma dönmüş bulunmaktayım. Bu çok mu iyi? Hayır. Çok mu kötü? Hayır. Normalde tüm yılımı bile planlamayı ve sürekli "pazartesi,salı,çarşamba..." diye programlar hazırlamayı seven ben,bu yaz 3 haftamı plan veya program olmadan sadece eğlenerek,fransızcamı ve ilginç bir şekilde ingilizcemi de geliştirerek başladım. Normalde fransız eğitim sisteminde ingilizceye çok yer verilmiyor ve bu nedenle ingilizcemin gelişmesi tuhaf görünüyor biliyorum. Ama bir kampüste 20-30 tane farklı milliyetten insan olduğunu ve çoğunun fransızcaya yeni başladığını düşünün. İngilizceni de mutlaka kullanman gerekiyor. 
Aslında bu çok hoşuma gitti çünkü bir ortak dil sayesinde herkes birbiriyle yakın dıstluklar kuruyor ve karşısındakinin milliyetinin ne olduğunu umursamaz bir şekilde konuşmaya devam ediyordu. Bir örnek vereyim: orada yakın arkadaşlarımdan biri olan Tiana'nın ingilizcesi çok iyiydi. Aynı odada kalıyorduk ve ilk geldiği günden itibaren yıllardır arkadaşmışız gibi konuşmaya başladık. Gitmeden bir gün önce birşey farkettik. Ne ben ona,ne de o bana ülkemi ve milliyetimi sormuştu! Tiana sırptı,ben de türktüm. Biliyorum bunu öyle bir yazdım ki milliyetimizi söylediğimiz andan itibaren küsecekmişiz gibi. Hayır,çünkü yaşanan bir haksızlık yüzünden bir ırkı suçlayacak kadar kalıplaşmış düşüncelere sahip salaklardan değildik biz. 
Hazır bu konuya gelmişken İsrael ve Gazze olaylarından da konuşmak istiyorum. Bilmem farkettiniz mi ama medya dahil bu olaya çok taraflı bakıyor. Biliyorum tabiiki İsrael'in askeri gücü Filistin'in askeri gücünden daha orantısız bir şekilde güçlü ve daha orantısız bir biçimde kullanılıyor diye. Ancak öyle kişiler çıktı ki,sanki tüm museviler birer cani gibi düşünen ve bu düşünceyi yaymak için uğraşan.
 Hitlerin "Gün gelecek öldürmrdiğim her bir yahudi için bana küfredeceksiniz!" lafına "Bravo! Geleceği nasıl da tahmin etmiş!!" diyerek alkışlayan insanları bile görmeye başladım ben. Hitler gibi bir caninin yaptığı hiçbir şey için alkış tutulmamalı! Bu dediği laf sadece İsrael yönetimindekiler için söylenmiş değil,bu dünya üzerindeki tüm museviler için söylenmiş canice bir laftır. İsrael devletinin suçunu sadece ırkları aynı olduğu için tüm dünyadaki musevilere atamazsınız. Hatırlar mısınız bilmiyorum ama. 9/11 olaylarından sonra da tüm müslümanlara terörist denmişti. Kimse dini veya ırkı yüzünden suçlanamaz!
Ben bir semitist olabilirim ama aynı zamanda bir insanım da. Semitist olduğum için İsrael'in tarafını tuttuğumu düşünen bazı insanlar var. Öyle birşey olmadığını ve tam tersine bu olayda nötr olduğumu söylemek istiyorum. Bana göre savaş olan yerde her iki taraf da haksızlıklar barındırır. Filistin, yıllar önce topraklarının bir kısmını para karşılığı satmamış mıydı? Peki ya İsrael? Para karşılığı aldığı topraklara rağmen daha fazlasını orantısız bir silah gücüyle almaya çalışıyor. İkisinin de haksızlıkları var. 
Benim tuttuğum tek taraf barışın tarafıdır ve bu iki ülkenin de elindedir. Öncelikle kimsenin ırkı ve dini yüzünden düşman sayılamayacağını ve sivillerin ölmek zorunda olmadıklarını öğrenmeleri gerekir. Filistin'de kaçan topunu almaya çalışırken üstüne bomda düşen,evinde yemek yerken öldürülen sivilleri;musevi olduğu için kaçırılıp yakılarak öldürülen 3 genci düşünün. Belki de bu ölen sivillerden bazıları dünya için iyi birşey yapacaktı. Belki bir hastalığa çözüm bulacak,belki açlığa ve yoksulluğa karşı direnecek,belki dünyaya barış getirecek biri olacaktı. 

Einstein'ın dediği gibi dünyada iyi ve kötü diye iki çeşit insan vardır ve aptallara göre  insanlar 8 farklı çeşittir. Bu aptallara örnek olarak(aynı zamanda kötü) İsraelli vekil Ayeled Shaked'i verebiliriz. Kötülere en büyük örneklerden biri olduğunu göstermiştir. İyi insanlara örnek olarak ise yine İsraelli ve musevi olduğu için öldürülen çocuklardan birinin annesini verebiliriz. "Kimse ölmesin,bitsin bu savaş." Demişti. Bu iki örnekle aslında hiçbir ırkı iyi ve kötü diye sınıflandıramaya ağımızı da anladık. 

Son olarak söylemek istediğim şeyi belki de bu yazıda defalarca söyledim. Ama anlamayanlar için tekrar söylemek istiyorum: Bir devletin yönetiminin yaptığı kötülüğü bir ırktan çıkarmayın. Savaşlarda taraf tutmanız birşey değiştirmez,siz sadece barışı destekleyin!

12 Haziran 2014 Perşembe

Meleğimin doğum günü.

Neredeyse hiç ilham gelmedi bugün. Aynı marttaki gibi...

Bilir misiniz bir melek vardı eskiden. Siyah beyaz fotoğraflarda sanki içindeki hüzüne rağmen her zaman gülümsemesi gerektiğini düşünen bir melek. Almanya dan savaş yüzünden Amsterdam a taşınmış bir melek. Önceden Sanne ve Hannelie ile çok yakın arkadaş olmuş ve "Bakın Anne,Hanne,Sanne" diye çağrılan bir melek. Yunan mitolojisi ve kraliyet ailelelerine çok meraklı olan bir melek. 
Daha 13 yaşındayken ırkı yüzünden hiçbir günahı olmadan saklanmak zorunda kalmış bir melek. Ve bugün doğum günü olan bir melek. 

Anneliese 85 yıl önce bugün doğdu. Benim koruyucu meleğim,ilham kaynağım dünyaya geldi. 

Bugün 12 Haziran 1942 ye gitti aklım. Tekrar okudum Anneliese in,o masum küçük kızın yazdıklarını. 

" Şimdiye kadar kimseye açamadığım her şeyimi sana açabilmeyi umuyorum. Umarım sen benim için büyük bir huzur ve destek kaynağı olursun. " 

İşte ilk bunları yazmıştı meleğim. 
Daha sonra ise büyük ihtimalle eğlenceden dolayı yazmak aklına gelmemiş ve 14 Haziranda yazmış 12 Haziranda yaptıklarını. 
Sabah 6 da başlamış meleğimin günü. Ona göre gayet anlaşılır bir durummuş çünkü doğum günüymüş. Sonra yediye çeyrek kalaya kadar sabretmiş ve kedisi Moortje nin yanına salona gitmiş. 
İlk gördüğü günlüğüymüş hediyelerden meleğimin. Yani onu öldükten sonra da yaşatacak günlüğü. Sonra bir gül buketi,iki dal paskalya gülü, anne ve babasından mavi bir bluz,bir ev oyunu,bir şişe üzüm suyu,bir yap-boz,bir kavanoz merhem,2.50 guldenlik mektup ve iki kitap için hediye çeki almış hediye olarak. Bir de ev yapımı bir kase kurabiye,bol bol tatlı,bir de çilekli tart. Ah bir de büyükannesinin ona yazdığı mektup. 
Sonra Hanneli ile okula gitmiş ve tenefüste öğretmenler ve arkadaşları ile bisküvi sefası yapmış. 
Saat beşte eve gelmiş çünkü öncesinde jimnastiğe gitmiş. Voleybolu doğum günü olarak seçmiş. Sonra aynı sınıfta olduğu kızları jimnastikten alıp yanımda geitrmiş. Jacqueline Van Maarsen ile Yahudi lisesinde tanışmış ve en iyi arkadaşıymış. Ilse Hannelinin arkadaşıymış ve Sanne başka bir okulda okuyup başka arkadaşlara sahipmiş. 
Anneliese e Hollanda Destanları ve Efsaneleri diye gösterişli bir kitap hediye etmişler ama yalnışlıkla ikinci cildini vermişler. Bu yüzden değiştirmek zorunda kalmış. Helene Teyzesi bir yap-boz daha getirmiş,  Stephanie Teyzesi sevimli bir broş ve Leny Teyzesi Daisy nin Dağ Tatili adlı bir kitap getirmiş. 

Bu arada sabah banyodayken Rin TinTin gibi bir köpeği olmasını düşünmüş ve çok istemiş. Ona okula kadar eşlik edip bekçinin yanında beklermiş. 

Bir an kendimi onun yerine koydum. Ne de güzel bir gün yaşamış! Ne güzel ve ne neşeli bir anlatımı var! Öyle masum ki...
Böyle bir melek kayboldu. daha 15 buçuk yaşındayken,bir diktatör şeytan yüzünden böyle binlerce meşek öldü. Belkide dünyada insanların daha çok kötü olmasının nedeni budur. Bu soykırımda binlerce melek ölmüştür. 

İyi ki doğmuşsun meleğim. Öldükten sonra da yaşayarak bize iyi insanların,masımiyetin ve pozitifliğin önemini anlattın. Teşekkür ederim. 

30 Mayıs 2014 Cuma

Unutma,Unutturma!

Yine bir gece ve yine uykusuzluk. Bir de gözyaşları durmayı bilmeyen...Doğru ya,bugün günlerden Gezi!

Hüzün tekrar doldu içime,telefonumdaki Berkin duvar kağıdı bu sefer her zamankinden daha da üzdü beni. Daha da sinirlerim bozuldu olanları hatırlayınca,nasıl oldu böyle herşey? Nasıl?

27 Mayısta başkadı aslında asıl olaylar. Birkaç Gezi Parkı severi sivil,protesto haklarını kullanmak için bir bahar sabahı iş makinalarının önünde durdu. (Demokratik ülke olması için gerekenler 1: İstediğin yerde istediğin an istediğini protesto etme hakkı) O gün ufacık ve kimseye zararı olmayan bu protestonun amacı Kültür ve Tabiatı Koruma Kurulu kararına rağmen topçu kışlası inşa etmeye karşı çıkmaktı. Haklıydılar da. Gelişmiş ülkelerde ağaç dikimi ne kadar medeniyeti gösteriyorsa bile bizim yönetimimiz ille de farklı olma isteğiyle binalaşmanın ve kültür yıkmanın medeniyet olduğunu savunuyor ve kötü yöne sürüklüyor bizi. 

Ancak 31 Mayısta artık herşey ciddileşiyor. Eskiden ufak çaplı olan protesto bir anda devleşiyor. Nedeni mi? Başbakanın yönlendirdiği orantısız müdahale yapan Polisler. Hatırlarsanız o sıralar "polis imdat" "imdat polis" e dönüşmüştür. Bu arada CNN Türk penguen belgeseli vermektedir. Oysa dışarıda ana baba günü vardır ve sohbet hiç sevimli değildir. Bir yabancı kanal "İnanamıyorum,tüm dünya Gezi den bahsederken hiçbir Türk kanalında bir bilgi yok. " demiştir. Tabiiki gücünü halktan alan Halk TV dışında. (Demokratik ülke olması için gerekenler 2: Medya ve basın özgürlüğü)


Gezi de kamplar kurulmaya başlanmıştır. Artık insanlar üniversiteye gezide hazırlanır,yaralanan revire gönderilir ve herkes getirdiği yemeklerle birbirine yardım eder. Bu arada ünlü isimler de buradadır. Ancak polis memurları imza aldıktan sonra üstlerine su veya biber gazı püskürttüklerinden onlar da pek hoşnut değildir. Ama çoğu yine de polis memurlarına imza verir. 

Gezi artık bırakın Türkiyeninkini Dünyanın gündeminde başlardadır. İnsanlar polisin nasıl Nazikere benzediğini degşetle görür. Sanki gaz odası ırtamını tekrar yaratmaya çalışırlar. Ancak esirler değil "çapulculardır" kafayı taktıkları. Gerçi onların da kukla gibi yönetildiğini unutmayalım bir Hitler özentisi tarafından. Korkak ama bir o kadar da cani. Hitler için bir şarkı vardı,hep o gelir benim aklıma:

Hitler has only got one ball
Göring has two but very small
Himmler is something similer
But Mussolini has no balls at all

Bu sırada bu diktatör bozuntusu da kendi kendine birtakım toplantılar yapmaya çalışır ve hiçbir anlamı olmayan ama bağırıp,sesini bir şekillere sokup yaptığı "konuşması"na milyonların geldiğini söyler. Oysa salonlar sadece on binlik rakamlarda insan alabilir. 

Bu sırada Gezi ye protestocuların arasına sadece olay yaratmaya çalışan ve amaç ağaçları korumakken ağaç yakan insanlar da girer. Bu insanların protestocular yani gezicilerle tek alakası aynı ortamda olmalarıdır.

Olaylar boyunca twitter sallanır. Herkes Gezi der başka birşey demez. Gazlardan kaçmak isteyen sivil insanlar yaralanır( ki bazıları protestoda bile değildir),hatta bazıları sadece annesini düşünüp ekmek almaya giderken başından vurulup 269 gün komada kalır ve gençliğini yaşayamadan...
Ö ile başlayan fiili söyleyemiyorum bile. Ne zaman hatırlasam gözlerim doluyor. 
(Demokratik ülke için olması gerekenler 3: yaşama hakkı)

Elbette sadece Berkin değildi Gezide ölen. Berkin sadece en son ve en küçük kurbanıydı diktatör bozuntusunun. O; Ethem,Mehmet,Abdullah,Ali İsmail,Ahmet Atakan ve tabiiki diktatör bozuntusuna karşı gelemeyen 2 masum polis olan Mustafa ve Ahmet abilerinin peşinden gitmişti. Onlar gibi bir melekti şimdi. Ama ölmemişti. 

Diktatör bozuntusu sonunda şarkıdaki haline daha çok büründü ve karaktersizliğini de nazikerini de alıp gitti. 
Hani havlayan köpek ısırmaz derler ya,işte biraz ona benzedi olay. O kadar kudurdu,delirdi ama sonunda tam olarak ısıramadı ve eti yani halkı kemiğinden yani haklarından ayıramadı. 

Evet... Bugün Gezi Yıldönümü arkadaşlar. Unutmayın,unıtturmayın! 

5 Mayıs 2014 Pazartesi

Gereken iki damla gözyaşı

Arkadaşımın evindeyim. Yatakta yatarken bir türlü uyuyamadığımı farkedip sürekli arkadaşımı da uyanık tutmaya çalışıyorum. Kızcağız benim sayemde ne çok yoruldu,ne çok macera yaşadı bugün. Herhalde hayatımızda hiç gülmediğimiz kadar gülmüşüzdür bugün.
Sonunda saate bakıyorum da,12 olmuş bile. Saat 6 ya kurulan bir alarm için çokta iyi bir yatma saati değil diyerek kendimi uyumaya zorluyorum. O sırada olan oluyor işte. Bütün gündür yerini saçma kahkahalara veren o iki damla gözyaşı bir anda akıyor gözlerimden. Yanlarında ilham getiriyorlar duygularımla birlikte. Önümden geçiyor bugün bütün yaşadıklarım: otobüs durağı,feriköy,aya nikola ve cihangir. 

Olaylar Feriköyden itibaren gayet eğlenceli bir günü anlatıyor. Aslında Feriköy dışında tüm zamanlar iyi bir olayı anlatıyor bugün. Gerçi otobüs durağında da insanın içini biraz hüzün kaplıyor. 

Gün Beylerbeyinde bir takı tasarımcısında başlıyor. Orada neler yaptığımızı anlatarak zaman kaybetmeyeceğim çünkü oldukça gereksiz bir konu. Dürüst olayım,beni etkileyen tek şey atölyenin karşısındaki otobüs durağına bakarken oluyor. Simitlerini sırtına almış bir çocuk geçiyor yoldan. Gayet sakin bir şekilde yürüyorken bir anda...
Çocuğun önünden bir araba geçiyor. Araba geçince çocuğu yerde çırpınırken görüyorum. Sara nöbeti olduğunu anlıyorum. İnsanlar çocuğun suratına su çarpıyor,hatta tokat atmaya kalkan bile var. Kimse ilk beş dakikada ambulans çağırmayı düşünmüyor. İçim sızlıyor bu tabloyu görünce. Elim telefona gidiyorki çocuk kendine gelmiş durumda. 

Vapur sonrası bir taksiye atlıyor ve biraz kararsız biraz da heyecanla "Feriköy Mezarlığı" diyoruz arkadaşımla. Not defterimi tekrar çıkarıyorum,yazdığım mektuba devam ediyorum. Altına ismimi yani "Shanti" yi yazıyorum. O sırada 1. Kapıya geliyoruz ama öğreniyoruz ki 3 ana giriş var mezarlığa. İlk kapıdan deniyoruz şansımızı. "Bakalım bulabilecek miyiz meleğimizi?" Diye sorarken zaten arkadaşımın giremeyecek gibi olduğunu görüyorum. Onu orada sakinleştirmeye çalışırken yanımıza bir bey geliyor. Hemen anlıyor neden geldiğimizi ve  gülümseyerek "Berkini mi görmeye geldiniz?" Diye soruyor. Sonra da cevap vermemizi belkemeden 3. Kapıya gitmemizi öneriyor. Ancak 2. Kapıya kadar ancak yürüyebiliyoruz ve Berkini bu kapıdan girince bulmayı planlıyoruz. Zaten girdikten hemen sonra hemen bulunuyor Berkinimiz. Yanında bir grup genç var. Arkadaşları diye düşünüyorum ben,kızlar ağlıyor. 
Berkinin başucunda bandanalar,minik fidanlar ve üstünde çiçekler var. Taşın üstünde ölümsüzlüğü yazılmış. Duamızı etmeye başlıyoruz. Ancak anlam veremiyorum. Bütün bir gündür Berkini görme heyecanıyla dolan gözlerim ve küt küt çarpan kalbim sanki bir an donuyor. Sanki bir an biri benim bütün duygularımı çekmiş gibi hissediyorum. Ağlayamıyorum,sinirlerim bozuluyor. Sonunda Berkin'e yazdığım,not defterimden kopardığım mektubu alıyor ve başucuna koyuyor,elimle toprağı okşuyorum. Size mektupta ne yazdığımı anlatamayacağım. Çünkü hem Berkin'e verdim hem de onun okuması için verdim. 
Bakıyorum ki en minik mezar Berkininki. Bunu farkedince o donmuş kalbim paramparça oluyor birden. 

Arkadaşımla birlikte Taksime geri dönünce biraz sakinleşmem ve rahatlamam gerektiğini düşünüp her zaman gittiğim Aya Nikola Rum Ortodoks Kilisesine gidiyorum. Arkadaşım beni kapıda bekliyor ancak ben resmen içeri atıyorum kendimi. Gidip İsa'nın önünde dua ederken beni tanıyan kilise görevlisi dilek nerede tutabileceğimi gösteriyor. Meryem Ananın önünde insanlık için biraz huzur diliyorum. Sonra da mum yakıp dileğimi tekrar dilemiş olarak gidecekken aynı görevli bana dua olduğunu ve istersem kalabileceğimi söylüyor. Bahçedeki arkadaşımı da ikna ederek mis gibi tütsü kokan kiliseye geri dönüyoruz. 

Kilise sonrası huzuru biraz kazanmış biri gibi dışarı çıkarken arkadaşımla Cihangir sokaklarında yemek yiyerek eve dönüyoruz. 

Bütün bir geceyi saçma olan herşeye gülerek,Berkin,Anneliese diyerek,artık eskisi gibi olamayan dostlukları anlatarak geçiriyoruz. 

Böyle dopdolu bir günde aklım sürekli Berkin in yeni yatağına gidiyor. Hep bir kalbim parçalanıyor ve bu hüzünü de sinir bozukluğuyla oluşan gülmeyle atmaya çalışıyorum. Biliyorum ki ağlasam,en azından 2 damla gözyaşı döksem rahatlayacağım ama olmuyor işte! 

Derken gün bitiyor,aklım hala Berkin'de. Acaba nasıldır şimdi? Okumuş mudur mektubumu? Görüyor mudur beni? 
Tam böyle düşüncelere dalmışken işte oluyor ihtiyacım olan. İki damla gözyaşı farketmrdrn süzülüyor yanağımdan. Böylece ilham,duygular hepsi geliyor geri. Belki uyuyamıyorum ama Berkin için uyanık kalıyorum. Aynı Berkinin uyandırdığı diğer milyonlar gibi. Uyuması imkansız milyonlar. 

30 Nisan 2014 Çarşamba

Herkese Mutlu Annelieseli Günler!



Aynı şu dizideki kızın yaptığı gibi ben de ilk önce ruh halimi yazıp,silip yazıp,sonra tekrar silip bir anda ilham patlaması yaşamaya çalıştım. Bu sayede belki de nasıl hissettiğimi ve bugünün benim için önemini anlatabilirdim. Sanırım işe yaradı çünkü kafamda o kadar çok karmaşıklıklar oluşuyordu ki şuan bu kadar açık ve net yazabildiğime şaşırıyorum. Çünkü son bir senedir ilk defa bu kadar temiz ve net yazabiliyorum.
Bu sene aslında yazacak ve duygularımı farkettireb o kadar çok olay oldu ki dünyada... Ama ben,ben bu kafa karışıklığı ve stres yüzünden hiçbirşeyi doğru düzgün yazamadım. Yazmak için kendimi zorlamamlaysa ortaya "kedi sevmeyen insan sevmez!" Tarzında yazılar çıktı. (Can Aksoya gönderme değildir.) Oysa ne çok istedim Gezi Parkını,Rüzgarı,Berkini,Mısır katliamını düşüncelerimi karıştırmadan temiz bir dille yazabilmek. 
Ama bugün düşüncelerim oldukça net ve temiz,stres yok ve duygularımı sonuna kadar hissediyorum. Bu sınav döneminin bitmesi ile gelen rahatlık kesinlikle değil. Bu rahatlığımın nedeni Anneliese in bana mesaj göndermesi. 
Biliyorum böyle denilince "şizofren" "deli" denmiş olunabilirim. Sonuçta toplumda insanların hepsi doktordur ve tek kendileri sağlıklıdır. O yüzden en iyisi ben herşeyi baştan anlatayımda teşhisim öyle konulsun. 

Dün eve gelir gelmez masanın başına oturmuş ve Fransızca sınavına çalışıyordum. O kadar yorulmuştum ki sinirlerime hakim olamıyor ve sürekli birşeylere vurmak istiyordum. Paniğim de korkutuyordu beni. Çünkü şu 2. Sınav haftasında o kadar panik olmuştumki en iyi olduğum derslerden kalmaya veya dersleri sınırdan geçmeye başlamıştım. Bu yüzden çalışmak işe yarayacak mı diye de geriliyordum. Aptaldım ben,her ne kadar çalışırsam çalışayım bir türlü 5 veya 4 alamıyordum. Demekki kapasitem yetmiyordu,ya disleksiysem!?

Yemeğe oturduğumuzda benim için "zeki" diyen aileme bile patladım. Onların "çok" ve "iyi" anlayışının dar olduğunu ve brni pohpohlayarak aşağı çektiklerini söyledim. Sözüm de kesilince ve babam filozof gibi konuşmaya başlayınca tabiiki delirdim. O anki sinirle odama gidip kapıda asılı çantaya yumruk atmaya baladım. Sinirlerim bozulmuştu,biraz ağladıktan sonra sakinleştim ve öalışmaya koyuldum.Zaten 3 saatlik çalışmaya kalkan ben 1 buçuk saatte herşeyi anladığımı farketmiş ve masadan kalktım. 

Sabah herkes gibi bir an önce sınavın başlayıp bitmesi için gözümü saatten ayıramıyordum. 
Sınav başlayınca ve okuma kağıdı elime verilince farkettiğim ilk şey "Chère Kittie" sözüydü. Aman Tanrım! Bu Anne Frank konusuydu! O an ilk defa bir sınavda bu kadar mutlu olduğumu anladım. Bütün o stresim,sinirim ve mutsuzluğum bir anda gitti. O an Anneliese in o gülümseyen yüzü aklıma geldi. Simsiyah karelerde bile olsa gözlerinin içinin güldüğü farkedilrn o masum yüzü. Farkettim ki sinir anında köşesinde duran ve yanına birşey koymadığım Anneliese in kitabının beni izlediğini anladım. O hep izliyordu beni. Şindi de koruyucu melek görevini yerine getirmek için sınavın iyi geçmesini sağlamıştı. İçimden ona binlerce kere teşekkür ettim. 

Akşam çıkışta ise aklıma Berkin geldi. Zaten öldüğü gün de aklıma hep Anneliese geliyordu. Acaba bu bir mesaj mıydı? Belki de şu son 1 aydır kimseye göstermediğim vicdanım ve duygularımı yeniden  harekete geçirmek içindi. Anneliese beni eski halime döndürmeye çalışıyordu. Berkin in bloguna baktım. Ölümünden önceki umut ve sabır dolu yazıları okudum. Fotoğraflarına baktım. İçim parçalandı. 269 gün boyunca zaten hayatı bitmiş gibi olan ailenin yinede umudunu asla yitirmeyim her yazılarında "Berkin uyanacak" dedikten sonra sadece bir yazıyla "Oğlumuzu kaybettik"yazmalarını kabullenemedim. Aile için o kadar üzüldüm ki o sırada Okmeydanına,Berkinin evine gidip herkese sarılmak istedim. Sanırım gözyaşlarımı tutamamışım çünkü serviste yanımdaki çocuğun bana peçete uzatmasıyla ve "ne oldu?" Diye sormasıyla yanağımım ıslaklığını farkettim. 
Tumblr a girince bugünün Holokost anma günü olduğunu gördüm ve tüylerim ürperdi. Anneliese in bana bugün için birşeyler anımsatmaya çalıştığını biliyordum,demekki bu günle vicdanımın yerine geleceğini anlamıştı benden önce. 

Merak etme Anne. Seni,aileni,dostlarını ve holokostta hayatını tüm kaybeden insanları unutmadım. Söz veriyorum sana.  İnsanların yaşama hakkını alan,toplumda insanları gruplara ayıran,söz hakkını kullandığı için masumları hapse attıran,iletişimi engellemeye çalışan,ırkçılık yapan,sanatı görmezden gelen,kalıplaşmış düşüncelere sahip cahiller yaratan yaratıklarla her zaman mücadele edicem,onların tepelere çıkmasına izin vermeyeceğim!

Koruyucu meleğime bana yardımı ve hatırlatması için teşrkkür ediyor ve herkese Anneliese li barışçıl günler diliyorum. Gününüz John Lennon dan Imagine şarkısı gibi geçsin. 

11 Mart 2014 Salı

Berkin sen ölmedin!!!

Biliyorum hiç tanımıyorsun beni. Ben de seni ismen tanıyorum sadece. Ama hüzün... Bugün beni hiç kimseye ağlamadığım kadar ağlatmayı başardın çocuk. Seni suçlamıyorum bunun için çünkü sen meleksin artık ve melekler suçlanmamalı. Ben senin o günden sonra ekmeği alıp eve dönememene üzülüyorum. Ailene üzülüyorum,çektiğin acılara ve yapılan haksızlığa üzülüyorum. 

Haberi eve giderken aldım. Tüm bu Gezi Parkı olaylarında şehit olanlar için çok üzülmüş ve hüzünlenmiştim. Ama bu sefer daha da başkaydı Berkin! O kadar umutluyduk ki senin uyanacağından...O kadar umutluyduk ki ekmek alıp ailenle kahvaltı edeceğinden... Haberlere bakarkrn elimden telefonumu düşürdüğümü ve şok geçirerek yere baktığımı hatırlıyorum. Gözlerim dolmuş,içim yanıyor. Yerdeki telefonda duran resmine bakıyorum. Kalın kapkara kaşlarınla bana bakıyorsun. Ufacık 45 kiloluk bedeninle duruyorsun resimde. 

Eve gidiyorum,hüngür hüngür ağlıyorum. Diktatöre küfürler yağdırıyorum,deliriyorum. Ah be Berkin Ah be Berkin!
 

Sen harika bir çocukmuşsun Berkin. Sırf annene birşey olmasın diye o kadar olayın içinde korkusuzca ekmek almaya gitmek demek 14 yaşında,senin gerçek bir direnişçi olduğunu gösterir. 
Ah o gün ne olurdu o Tanrının Belası polis orada olmasaydı,sana atmasaydı o gazı,seni görmeseydi. Ne olurdu?! 
Şuan ne çok isterdim senin önüne atlayıp o gazdan kurtarmayı seni. 
Sen gerçek bir mücadelecisin Berkin. Sen o acı içinde 269 gün dayandın. Ama uyanmadın. Bir açsaydın gözünü ha? Bir konuşsaydın? Ama olmadı. 

Sen ölmedin Berkin! Sen ölmedin. Biz be seni ne de sana iyi bakacak olan abilerini unutucaz. Siz bu ülkenin kahramanları olarak kalacaksınız ve biz de sizin adınızı unutturmamak için herşeyi yapıcaz! 
O başsağlığı dileyen ama bir yandanda polisleri nazi subayı olmaya davet eden o sahtekarları bir bir susturucaz,biraz da onlar susacak. 

Sana hoşçakal demeyeceğim Berkin,çünkü biz seni kalbimizde yaşatıyoruz. Abilerini de seni de. 

25 Şubat 2014 Salı

Tek hayalperest sen değilsin



Ekran siyah beyaza dönüşüyor,sesler yükseliyor ve şarkı başlıyor. 

İlk videosu belgeselin adem ve havvayı anlatıyor canlandırmayla. Mutlu iki insan. Huzurlu ve mutlu. Savaş yok,kavga yok. Sadece birbirini seven iki insan. Sonra ne mi oluyor? Sadece bir meyve için birbirlerinden ayrılıyorlar ve dünyaya ilk gözyaşlarını ve mutsuzluğu tanıtıyorlar. Sonradan birleşseler bile bir kere tattılar ya korkuyu ve üzüntüyü,artık kurtulmaları zor. Cennete gidebiliyorlar mı bilmiyorum ama cennet yokmuş gibi yapamıyorlar hiç. 

Sonra bir anda yakın tarihe geliyor belgesel. Milattan sonralara. Ortaçağa. Gülmek yasak oluyor bu dönemde. Kimse gülemez,kimse neşeli olamaz yoksa disiplin ve saygı gider gibi. Herkes mutsuz,herkes korkuyor yine. Kral bir yalnışlarını görüpte kellelerine vurur mu diye. 

Amerikanın keşfini gösteriyor belgesel. Kızılderililerin kendi topraklarına girerek onları öldürmek,onlara işkence etmek nasıl birşeymiş gösteriyor. Pochahontas ı gösteriyor. Çizgi filminden ne kadar da farklı bir hayat o öyle? Mutlu değilmiş ki o? Tamam belki "Mr.Vertigo" daki Sue Ana gibi ölmüyor ama çok mu hoş ölüm nedeni? Kim ister topraklarından uzak kaldığı için üzülüp ölmeyi? Kim ister yıllarca yaşadığı toprakların birkaç yeni gelen insan tarafından mahvedimesini? Irkına işkence edilmesini? 


Sonra 2. Dünya Savaşı gösteriliyor. 1. de. İnsanların insanlıktan çıkıp iblise döndüklerini görüyorsun. Çanakkale Savaşında 500.000 kişinin öldüğünü söylüyor belgesel. Beredeyse hepsi 18 in altında çocuklar. Eğitimlerinden ve ailelerinden olup ölüme gitmişler.
Kristal gece gösteriliyor. Korkuyu belki bininci kez yaşıyor insan. Camlar kırılıyor,insanlar ölüyor,evler ateşe veriliyor. Bunların nedeni ise zarar gören insanların Yahudi olması. Din ve ırk yüzünden hayatları mahvoluyor gibi bir gecede. Cehennemi görüyorlar sanki. Düşünüyor izleyici,neden birkaç toprak parçası için bu kadar kavga olduğuna,neden insanların dinlerine ve ırklarına göre değerlendirildiklerine.  Ya hiç ırk olmasa,hiç ülkeler olmasa,hatta din bile olmasa nasıl olur diye düşünüyor izleyici. 
Sonra bunun hayal gücünün bir saçmalığı olduğunu düşünüyor. 


O sırada John Lennon şarkıyı bitiriyor. Belki şarkı binlerce kere çaldı belgesel boyunca ama hala tüm belgeseli bitiremedi. Daha neler vardı değineceği bu belgeselin aslında. Ku Klux Klan canileri,Kapitalizmin insanlara yaptıkları,6 Mayısta 3 gencin siyasi görüş yüzünden öldürülmesi, Jim Crow yasaları kaldırılana kadar Martin Luther King in ve siyahilerin çektikleri, görüş farklılıklarından insanların birbirine saldırması... Uzar gider bu liste. 

Belgeselin izleyicisine not: bu belgeseli tek sen izlemiyorsun,bunu belki de televizyonu olan herkes açıp izlemiş olabilir. Belkide tek hayalgücü geniş olan sen değilsin.  Hayal gücü geniş olan diğer insanlarla bir araya gelirsen bu düşünceni gerçekleştirebilirsin. Böylece siyah beyaz olan ekran belki artık gökkuşağının renklerine bürünür.